Annasoylu toplum yaşanmıştır (Figen Aras)
Bir kadın hakkında “anasoylu toplum yaşanmıştır” dediği için hapis cezası istense, muhtemelen farklı sesler çıkacak, hatta kızıl kıyamet bile kopabilecektir. Ancak bunu bir Kürt kadın söylediğinde ve bedeli ödediğinde bu sessizliğin altında ne yatıyor olabilir
Leyla Güven bir Kürt kadın siyasetçi, yakın zamanda yeniden tutuklandı ve o cezaevindeyken hakkında hazırlanan iddianame tamamlandı. Onun siyasetçi kimliğine dair bir iddianame bekleniyordu- nitekim öyle de oldu- ancak bununla birlikte onun kadın tarihine dönük söylemleri de “kin ve nefrete yol açacağı” iddiasını taşıyordu. İddianamenin bir bölümünde: “Söylemlerinin, insanlığın aynı kök atadan gelme tespiti inkârı içerikli, anlam ve içerik derinliğinden yoksun, sistematik şekilde anasoycu hitap tarzına dayalı olduğu, söylemlerin insanda saldırgan duygular oluşturacak biçimde anlamsız bir nefret yaratan içeriği olduğu…” ifadeleri yer alıyordu.
Başlamadan önce “anasoycu” kavramı biraz “ırkçı” gibi bir algıya yol açabilir, bunu “anasoylu” olarak düzeltelim. Beraberinde birkaç soru sorma hakkını da kendimizde görelim: Bu iddianamedeki anasoylu söylemler toplumda hangi kesimleri rahatsız ediyor? Ve beraberinde anasoylu olmak bu kesimleri neden rahatsız ediyor?
Bu rahatsızlığın kaynağı olan “anasoylu toplum tarihi yaşanmamıştır, insanlık babasoylu – ataerkil- olarak bugünlere gelmiştir” tespiti hangi bilimsel metodla ispatlanıyor?
Bir de kadın mücadele tarihinde, iktidarların mahkemelerde kadınları – kadın olmalarından kaynaklı – yargılama hikayelerinin, neden Kürt coğrafyası söz konusu olduğunda sessizliğe bürünüldüğünü, normalleştirildiğini de tartışmak gerekiyor. Dünyanın başka birçok ülkesinde bir kadın hakkında “anasoylu toplum yaşanmıştır ve erkek egemen uygarlıklar bu kültürü yok etmek için her türlü politikayı hayata geçirmiştir” dediği için hapis cezası istense, muhtemelen daha farklı sesler çıkacak, hatta kızıl kıyamet bile kopabilecektir. Ancak bunu bir Kürt kadın söylediğinde ve bedeli ödediğinde bu sessizliğin altında ne yatıyor olabilir.
Bu haber sessiz sedasız sitelere düştüğünde 1800’lü yıllarda yaşamış olan J.Jacob Bachofen ve Lewis Henry Morgan geliyor insanın aklına. Bachofen, iktidarın kaymaklarından beslenen tarihçilerin aksine ilk defa yeni bir bilgi ortaya çıkarır: İnsanlık tarihinde anasoylu toplum yaşanmıştır. Kendisi yerli halkları gezmiş, onlarla uzunca zaman geçirmiş ve bize öğretilenlerin dışında orada anasoylu toplum modelini görmüş ve bunun üzerine tezlerini Analık Hukuku adlı kitabında toplamıştır.
Anasoylu toplum dizgesinin ilk toplumsal örgütlenme biçimlerinden olduğuna dair Bachofen’in bu çıkışıyla birlikte çağdaşı Morgan da yine 1800’lerde yani günümüzden 200 küsur yıl önce birçok yerli halkı dolaşmış, arkeolojik kazıları incelemiş, tarihi metinleri toparlamış ve “Eski Toplum” kitabında anasoylu toplum modelinin yaşanmış ve yaşanıyor olduğunu ispatlamıştır. Engels, kendi kitabı olan Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde insanlığın ataerkil olarak yaratıldığı ve bugüne kadar da öyle geldiği bilgisini çürüten Morgan’a uzunca yer verir: “Üstüne üstlük, Morgan bu dogmaları öylesine kanıtlarla yok ediyordu ki, bu kanıtların bir kez açıklanması, inandırıcı olmalarına yetiyordu.”
Ve tam da bugün Kürt kadınlarının eleştirilerine adeta tercüman olur Engels: “ … İki dahi yabancının, Bachofen ve Morgan’ın genel görüşlerine, düşüncelerine uymak çok ağır geldiği için mi? Hadi Alman neyse; ama Amerikalı? Amerikalı karşısında her İngiliz, yurtsever olur; bunun güldürücü örneklerini Birleşik Devletler’deyken çok gördüm.”
Tabi ki Morgan’ın ve Bachofen’in tarihi alt üst eden kitapları, sistemin tarihçilerini, yayınevlerini ve daha birçok kesimi rahatsız etti. Rahatsız olanların iki özelliği vardı: Erkek olmaları ve iktidarın bilgi yapılarıyla sadece inançsal olarak değil çıkarsal olarak da birbirine kenetlenmiş olmaları.
Morgan’ın kitabı çıktıktan sonra ne mi oldu, Morgan; belki Ortaçağ’daki kadınlar gibi cadı avları sonucunca engizisyon mahkemelerinde yakılmadı, Süfrajetler gibi de kafasına taş atılmadı, Leyla Güven gibi cezaevine de girmedi- ki kardeşi üst düzey bir Amerikan askeriydi ve kitabın hazırlıklarında da ona yardımcı olmuştu- ancak kitaba dair ciddi bir itibarsızlaştırma kampanyasının başlatılması yetmezmiş gibi kitap piyasalardan parayla satın alınarak toplatıldı. Böylece kimse o bilgilere ulaşamayacaktı artık. Ancak unuttukları bir şey vardı ki Morgan’ın kitabı Karl Marks sayesinde Almancaya çevrilmiş ve Engels, mirasını daha da genişletme sözü vermişti. Yine bilemezlerdi ki Morgan’ın ”anasoylu toplum yaşanmıştır ve günümüzde de birçok yerel halkta yaşanıyor” bilgisi artık akademilerde yer alma mücadelesini kazanan feministler sayesinde kadın tarihinin muhteşem dönemiyle çiçeklendirilecekti.
Bu arada Morgan, beyaz ataerkil zihniyetlerce itibarsızlaştırılmak ve unutturulmak istenirken, 1847’de Kızılderililerin toplu katliamlarına karşı verdiği mücadelesi ile Kızılderililer tarafından Seneca Kabilesine oğul olarak kabul edilir.
İnsan toplumsallığının uygarlık tarihini Batı’dan başlatan ve Yunan mitolojisini esas alan anlayışlar devam ederken 1900’lerde artık Afrika’da, Asya’da ve Mezopotamya’da arkeolojik kazılar çoğalıyordu. Kazılarda adeta kadın figürleri fışkırıyordu: Mezopotamya’da Sümer tabletleri yazılı olduğu için kimse artık neolitik yani tarım köy uygarlığının bir örneğinin de kadın eksenli bir yaşamla birlikte Mezopotamya’da gerçekleştiğini inkar edemiyordu. Ve insanlık tarihi, ilk tanrıçalar Ninhursag, İnanna, İştar ile tanışıyordu. Kenan’da Asterte, Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Hindistan’da Kali, Çin’de Ma Tsu ve Kuan Yin, Türk mitolojisinde Umay Ana ve sayılamayacak kadar çok binlerce tanrıça gerçekliği ortaya çıkıyordu. Tarihin ilk yazılı tabletlerini çözümleyen Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar kitabında şunları ifade ediyordu: “İlk Sümer hükümdarlarının hepsi kendilerini ‘Ninhursag’ın güvenilir sütüyle beslenmiş’ diye betimlemeyi severlerdi. Bütün canlıların anası, ana tanrıça olarak kabul edilirdi. ”
Bilimsel araştırmalarla birlikte yaklaşık 8 bin-10 bin yıl öncesine kadar giden süreçte tarım köy topluluklarının kendilerini anasoylu ifade ettiklerine dair kitaplar çoğalır. Gordon Childe “Tarihte Neler Oldu?” kitabıyla bilgileri tarihsel toplum perspektifiyle anlatmaya çalışıyor; sistemin verili bilgi yapısından nemalanmayan sosyal bilimciler farklı kulvarlarda bu konuyu konuşuyordu.
Melanezya Trobriand yerlilerinin anasoylu aile geleneğini sürdürdüğüne tanık olan Malinowski, antropoloji alanında büyük heyecan yaratıyor, artık üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı kitabında “Analık; ahlaksal, dinsel, hatta sanatsal bir ideali temsil eder” sözlerini somut örneklerle açıyordu.
Ve feminizmin en büyük kazanımlarından biri olan epistemolojik çalışmalar anasoylu toplum konusunda ciddi eserler açığa çıkarıyor, paneller, buluşmalar, belgeseller yapılıyor, şarkılar, filmler, romanlar anasoylu toplumu ifade ediyordu.
Anasoylu toplumdan, “kadınlar erkekleri eziyor muydu kaygısıyla” korkanlara da sesleniyordu bu araştırmalar. Evelyn Reed, Kadının Evrimi kitabının 1. Cilt girişinde şunları söylüyordu: “Demek ki kadınlara onurlu bir yer veren anasoylu klan dizgesi, her iki cins insanın da eşitlik içinde yaşadığı baskı ya da cins ayrıcalığı görmediği kolektif bir düzendi.”
James Frazer, Altın Dal adlı iki ciltlik kitabında, gezip gördüğü yerlerdeki kadın erkek ilişkilerine ve kadınların saygınlığına sık sık değiniyordu: ”Dünyanın birçok bölgesinde toprak ve güneş yaşamsal bir bağ olarak görüldüğü için kadınlardaki bu gizemli olaylar ile doğa arasında mistik bir bağ kurulmuş olabilir.”
Joseph Champbel, dünyanın birçok kültürünü inceleyerek mitolojiye dair birçok eserler ortaya çıkarıyor ve öğrencilerinin onun adına derlediği son kitap olan Tanrıçalar ve Tanrıçanın Dönüşümü’nde “Büründüğü formların ve içinde bulunduğu koşulların değişmesiyle geçen bin yılların ardından, Tanrıçanın, kızlarının kim olduklarını bilmelerini sağlayamaması mümkün mü sizce?” diyerek heyecanını dile getiriyordu.
Kadın hakikatinin açığa çıkmasından rahatsız olan erkek egemen zihniyetleri gördükçe analarımızın -iki elini havaya kaldırarak- duygularını ifade etmesi geliyor insanın aklına: YA STAR! (Yine kızanlar olacak ama epistemolojik olarak Star kelimesi İştar’dan geliyormuş.) Anasoylu toplumun yaşanmış olma ihtimalinin bilgisinden korkmayınız lütfen. Çünkü oradaki mesele kadınların soy üzerinde haklarının olma meselesi değil; böyle bir hakkı doğuran iktidar, egemenlik, sömürge düzeneğinin zaten olmamasıdır asıl mesele. Asıl mesele anasoylu toplumun karakterinin tam da özgür toplum, özgür birey, doğaya saygılı olan insanın karakterini temsil etmesidir. Bu yüzden kadınlar, zihniyet olarak doğal toplum zihniyetini açığa çıkaralım diyor, bu yüzden anasoylu toplumun saygınlığının sebeplerini nefeslerini tutmadan anlatıyor.
Mary Daly de Gyn/Ecology isimli kitabında şöyle dile getiriyor: “Erilliğin evrenselliğini kırmak için kadınların kendi mitlerini adlandırmaları gerekmektedir.”
Tarihte kadınlar erkeklerin kölesi, yedeği, yardımcısı olarak var olmadılar. Melek İpek, kendisine işkence eden erkeğe karşı öz savunmasını kullanırken bunu bir kader olmadığının isyanını dile getiriyordu belki de. Ve yine tekrar hatırlatalım ki anasoylu toplumda kadınlar erkeklere şiddet uygulamıyor, kadınlar erkeklere tecavüz etmiyor, onları küçümsemiyor, doğayla uyumu bozmamak için analık hakkının getirdiği sorumlulukları hayata geçiriyor. Daha ne kadar sade anlatılabilir ki anasoylu toplum, iyi ki yaşanmış ve iyi ki o bilgi bugünlere kadar yok edilmeden gelebilmiş.
Korkmayınız kadınların analık hukukundan, o hukuk tüm evrenin uyumunu dengede tutmaya yarayan bir hukuktur. Zaten cennet de anaların ayakları altında değil midir… O zaman korkmayınız kadınların özgürlüğünden.
Figen ARAS